27 Ekim 2010

Mustafa'm Mustafa Kemal'im


 
 
 
 
MUSTAFA KEMAL

Dağ başını efkâr almış,
gümüş dere durmaz ağlar,
gözyaşından kana kesmiş gözlerim,
ben ağlarım, çayır ağlar, çimen ağlar,
ağlar, ağlar, cihan ağlar.
Mızıkalar iniler, ırlam ırlam dövülür,
altmış üç ilimiz, altmış üç yetim,
yıllar gelir geçer, kuşlar gelir geçer,
her geçen seni bizden parça parça götürür,
Mustafa'm, Mustafa Kemal'im.

Diz dövdüm,
gözlerim şavkı aktı Sakarya'nın suyuna,
Sakarya'nın suları nâmın söyleşir.
Hemşehrim Sakarya, öksüz Sakarya.
Ankara'dan uçan kuşlar,
Kemal'im der günler günü çağrışır,
kahrolur bulutlara karışır,
gök bulut, yaşmak bulut,
uca dağlar, dev boyunlu morca dağlar
divan durmuş bekleşir,
Mustafa'm, Mustafa Kemal'im.

Nasıl böyle varıp geldin, hoşgeldin,
çıngı kaymış yalazlanmış gözlerin,
şol yüzünde güneş südü sıcaklık,
ellerinden öperim, Mustafa Kemal.
Senin dalın, yaprağın, biz, senin fidanların,
biz bunları yapmadık,
sen elbette bilirsin, bilirsin Mustafa Kemal.
Elsiz, ayaksız bir yeşil yılan,
yaptıklarını yıkıyorlar Mustafa Kemal.
Hani bir vakitler Kubilay'ı kestiler,
çün buyurdun kesenleri astılar,
sen uyudun asılanlar dirildi,
Mustafa'm, Mustafa Kemal'im.

Karalar kuşanmış, Karadeniz akmam diyor,
dokunmayın, ağlamaktan bıkmam diyor,
bu gece kıyamet gecesi, bu vapur Bandırma vapuru,
yattığı yer nur olsun Mustafa Kemal,
ben ölümden korkmam diyor,
korkmam diyen dilleri toz oldu, toprak oldu,
değirmen döndü dolandı, yıllar oldu,
bir kusur işledik bağışlar mı kimbilir,
o bize öğretmedi kazan kaldırmasını,
günahı vebali öğretenin boynuna,
erdirip oldurana ana avrat sövmesini,
yüreğim kırıldı kanım kurudu,
var git Karadeniz var git başımdan,
mızıka çalındı düğün mü sandın,
bir yol koyup gideni gelir mi sandın,
Mustafa'm, Mustafa Kemal'im.

Ankara'nın taşına bak,
tut ki baktım, uzar gider efkârım,
çayır ağlar, çimen ağlar, ben ağlarım,
gözlerimin yaşına bak,
Ankara Kalesi'nde, Rasattepe'de
bir akça şahan gezer dolanır,
yaşın yaşın mezarını aranır,
şu dünyanın işine bak,
Mustafa'm, Mustafa  Kemal'im...
                               

~ Attila İLHAN ~
Aslında Atilla İlhan ve şiirleri köşe yazıları hakkında bir yazı paylaşmak istiyordum bugün ama kendimi edebiyatçımızın eserlerinde kaybettim. Köşe yazılarını okumaya başladım ve sonra kendimi Atamın anılarını okurken buldum. Kısaca Atilla İlhandan yola çıktım ve Atamda durdum. Hem 29 ekimin yaklaşmış olmasıda okuduklarımı sizlerle paylaşmam için bahane oldu. 29 ekime kadar Atam ile ilgili anıları burada paylaşırım hemde hergün farklı bir edebiyatçımızın şiirleriyle başlayarak. Atilla İlhan postum hazır. Bayramdan sonra onuda paylaşırım..
Gaziyi Görmeye Gelen Ana

Gazi Çiftliğinde dolaşıp hava alırken oldukça yaşlı bir kadına

rastladık. Atatürk attan inerek bu ihtiyar kadının yanına sokuldu.
- Merhaba nine
Kadın Ata'nın yüzüne bakarak hafif bir sesle;
- Merhaba dedi.
- Nereden gelip nereye gidiyorsun?
Kadın şöyle bir duralayıp,
- Neden sordun ki, dedi. Buraların sabısı mısın? Yoksa bekçisi mi?
Paşa gülümsedi.
- Ne sahibiyim ne de bekçisiyim nine. Bu topraklar Türk milletinin
malıdır. Buranın bekçisi de Türk milletinin kendisidir. Şimdi
nereden gelip nereye gittiğini söyleyecek misin?
Kadın başını salladı. 

- Tabii söyleyeceğim, ben Sincan'ın köylerindenim bey, otun güç bittiği,
atın geç yetişdiği kavruk köylerinden birindeyim. Bizim mıhtar bana bilet
aldı trene bindirdi, kodum Angara'ya geldim.
- Muhtar niçin Ankara'ya gönderdi seni?
- Gazi Paşamızı görmem için. Başını pek ağrıttım da... Benim iki
oğlum gavur harbinde şehit düştü. Memleketi gavurdan kurtaran kişiyi
bir kez görmeden ölmeyeyim diye hep dua ettim durdum. Rüyalarıma girdi Gazi Paşa.
Bende gün demeyip mıhtara anlatınca, o da bana bilet alıverip saldı
Angaraya, giceleyin geldimdi. Yolu neyi de bilemediğimden işte
ağşamdan belli böyle kendimi ordan oraya vurup duruyom bey.
- Senin Gazi Paşa'dan başka bir isteğin var mı?
Kadının birden yüzü sertleşti. 

- Tövbe de bey, tövbe de! Daha ne isteyebilirim ki... O bizim vatanımızı
gurtardı. Bizi düşmanın elinden kurtardı. Şehitlerimizin

mezarlarını onlara çiğnetmedi daha ne isteyebilirim ondan? Onun
sayesinde şimdi istediğimiz gibi yaşıyoruz. Şunun bunun gavur
dölünün köpeği olmaktan onun sayesinde kurtulmadık mı?
Buralara bir defa yüzünü görmek, ona sağol paşam! Demek için düştüm.
Onu görmeden ölürsem gözlerim açık gidecek.
Sen efendi bir adama benziyon, bana bir yardım ediver de Gazi Paşayı
bulacağım yeri deyiver.

Atatürk'ün gözleri dolu dolu olmuştu, çok duygulandığı
her halinden belliydi. Bana dönerek,
- Görüyorsun ya Gökçen, işte bu bizim insanımızdır... Benim köylüm, benim
vefalı Türk anamdır bu.
Attan indim. Yaşlı kadının elini tuttum anacığım
dedim, sen gökte aradığını yerde buldun, rüyalarını süsleyen, seni buralara
kadar koşturan Gazi Paşa yani Atatürk işte karşında duruyor. Köylü
kadın bu sözleri duyunca şaşkına döndü. Elindeki değneği yere
fırlatıp, Atatürk'ün ellerine sarıldı. Görülecek bir manzaraydı bu.
İkisi de ağlıyordu. İki Türk insanı biri kurtarıcı, biri kurtarılan, ana
oğul gibi sarmaş dolaş ağlıyorlardı. Yaşlı kadın belki on defa öptü
atanın ellerini. Ata da onun ellerini öptü. Sonra heybesinden küçük
bir paket çıkarttı. Daha doğrusu beze sarılmış bir köy peyniri.
Bunu Atatürk'e uzattı;
- Tek ineğimim sütünden kendi ellerimle yaptım Gazi Paşa, bunu sana hediye
getirdim. Seversen gene yapıp getiririm.
Paşa hemen orada bezi açıp peyniri yedi. Çok beğendiğini söyledi.
Sonra birlikte köşke kadar gittik. Oradakilere şu emri verdi;
"Bu anamızı alın burada iki gün konuk edin. Sonra köyüne
götürün. Giderken de kendisine üç inek verin benim armağanım olsun." 

Atatürk'ün komik bir anısı

Atatürk'ün En sevdiği hikayelerdenmiş. Arada kendi anlatır, arada baskasna anlattırır, hep gülermiş.


Yeşilaycı bir profesör bir konferans veriyor. Bir ara dinleyicilere sormus:


"Bir eşegin önüne iki kova koysanız. Biri su dolu, biri rakı. Hangisini içer?"


Cevabı kendi veriyor: "Tabii suyu."


Gene bitirmiyor soruyor: "Neden?"


Arkadan biri söz alıyor. Yüksek sesle cevaplıyor.


"Eşekliğinden."


Atatürk bu cevaba bayılıyor. Gülüyor, gülüyor.


Bir akşam Orman çiftliğinde yanında erkanı, açık havada oturuyorlar.


Rakılarını yudumluyorlar. Biraz ilerde 15-16 yaşlarında bir çiftçi çocuk çalışıyor. Atatürk el edip, çağırıyor. Soruyor:


"Söyle çocuk: Bir eşegin önüne iki kova koysan. Biri rakı dolu, biri su. Hangisini icer?"


Anadolu tosunu yutkunuyor. Bakıyor. Gazi Paşa Hazretlerinin ve yanındaki muhterem zevatın önünde rakı kadehleri. Devletin en büyükleri...Esas vaziyetine geçiyor:


"Rakıyı kumandanım!"


Atatürk kahkahayı basıyor. Herkes şaşkın. Ata onlara dönüyor. Muzip:


"Aman beyler! Neden diye sormayın!" 


Atatürk'ün İngiliz Amirale Cevabı

Atatürk'ün başyaveri Salih Bozok anlatıyor.

Kollarında ve omuzlarındaki işaretlerden amiral rütbesinde olduğu anlaşılan

İngiliz Donanması Komutanı, Hükümet Konağı'nın kapısından girerek Mustafa
Kemal Paşa'nın odasına doğruldu.Nazik , fakat öfkeli bir hali vardı. Ruşen
Eşref önüne çıkıp ne istediğini sorunca:

-Başkomutan Mustafa Kemal Pasa ile görüşmek istiyorum!.. dedi.


.Birlikte odaya girdiler kapı kapandı. Amiral önce:


-Çok güç koşullar altında bir savaş kazandınız, sizi asker olarak içtenlikle

kutlarım. Çanakkale'deki basarinizi rastlantıya borçlu olmadığınız,
kanıtlanmış oldu.Büyük bir askerle tanıştığım için memnunum. Amiral bir süre
sonra konuya girmiş:

-Ülkenin kontrolünüz altında bulunan bölümünde bizim tebamız ve sizin

azınlıklarınızdan Ermeniler, Rumlar var.Yeni askeri yönetim altında bu
insanların statüsü nedir? güvende midirler?..

-Hiç kuskunuz olmasın Amiral!..Türkiye'deki bütün insanlar gibi tebanız ve

sözünü ettiğiniz azınlıklar da TBMM Hükümeti'nin eşit koruması altındadır.
Suç islemeyenler, kendilerini bu memlekette benim kadar güvende
sayabilirler.

-Suç isleyenler?


-Suç isleyenler Sayın Amiral, dünyanın her yerinde olduğu gibi, ülkemizde de

adaletin huzuruna çıkarlar...Suçlu iseler, cezalarını elbette
çekeceklerdir...

-Fakat Paşa Hazretleri,fevkalade günler geçirdik. Yunan ordusundan cesaret

alan Rumların bazıları, şımarıklıklar yapmış olabilir. Bugün bu insanlar
yerli halkın düşmanlığı ile yüzyüzedirler. Ermeniler için de başka açıdan
aynı şeyleri söyleyebilirim. Biliyorsunuz, arkadaşlarının büyük bir bölümü

göçe zorlandı ve önemlice bir bolumu de hayatlarını kaybettiler. Bu ruh
tedirginliği içinde Yunan ordusu ile işbirliği yapmış, bazı Türklere zor
günler geçirtmiş olabilirler. Bunlar, fevkalade günlerin olaylarıdır.
Bağışlanması, hoş görülmesi gerekir. Eğer bu kimseler, halkın husumetine
bırakılacak olursa, bütün dünya aleyhinize kıyameti koparır!

Son cümleye kadar Amiral'i gülümseyerek dinleyen Mustafa Kemal Pasa,

'dünyanın koparacağı gürültü ile' kendini tehdide girişince, sözünü bıçak
gibi kesmiş:

-Şu "Efendi Devlet" rolünü bir kenara koyunuz Amiral! Milletleri de tehdit

etmekten vazgeçiniz! İngiltere ve müttefiklerinin kıyameti koparıp
koparmayacağını düşünmem! Bunlar memleketimin iç işleridir; kimsenin bu
islere karışmasına müsaade etmem! Majestelerinin devleti memleketimizin
azınlıkları ile uğraşmaktan vazgeçsinler! ..Kim bize saygı beslemezse,
bizden saygı beklemeye hakki olmaz!..

Amiralin benzi kül gibi olmuş:


-İngiltere Hükümeti'nin tebasını her yerde koruma hakki, devletler hukuku

teminatı altındadır. Avrupa devletleriyle birlikte arkaladığımız Rum ve
Ermenilerin güven içinde bulundurulmasını sadece rica ettik. Yoksa biz bu
güvenliği sağlayacak güçteyiz...

İşte o zaman Mustafa Kemal Paşa'nın tepesi iyice atmış:


-Arkaladığınız Yunan ordusunun denizde yüzen leşlerini herhalde görmüş

olmalısınız! Türk ordusu asayişi sağlayacak güçte olduğu gibi, limanı (o
donemde İngiliz donanması İzmir limanında bulunmaktaydı) boşaltacak güçtedir
de... İsterseniz, Türk'e ihanet eden tebanızın ve azınlıklarınızın adaletten
kaçan sefillerini geminize doldurabilirsiniz!.. Donanmanızın da en kısa
zamanda limanı terk etmesini istiyorum!

Mustafa Kemal Paşa'nın cümleleri, art arda Osmanlı tokatları gibi Amiralin

yüzünde şakladıkça, Amiral ne yapacağını şaşırmış ve en sonunda:


-İngiltere'ye savaş mı açıyorsunuz? demiş.


İşte Paşa burada son sözünü söylemiş:


- savaş açmak mı? Siz yoksa Sevr Antlaşması'nın hala yürürlükte olduğunu mu

sanıyorsunuz? Biz onu çoktan yırttık... Karşımda oturuşunuzu, sizi konuk
saymama borçlusunuz! Fakat görüyorum ki, nezaketimizi kötüye kullanmak
eğiliminiz var... Buna müsaade edemem. Bizim gözümüzde "barış antlaşması
yapmamış" iki devletiz. savaş hukuku yürürlüktedir. Gemilerinizi derhal
karasularımızdan çekmenizi size ihtar ediyorum!

Bir balmumu heykeline dönmüş Amiral..... gerine gerine girdiği Mustafa Kemal

Paşa'nın odasında oturduğu sandalyede küçüldükçe küçülmüş ve sonunda
kekeleyerek:



-Afedersiniz!.. demiş ve yerlere kadar eğilerek geri geri kapiya gidip

dışarı çıkmış.

.Ruşen Eşref hem düşünceli hem de gülüyordu:


-Pasa, Amirali anasından doğduğuna pişman etti. "Kendisinin Türk

topraklarında bir savaşçı olarak
bulunduğunu "Paşa'dan öğrendiği zaman sapsarı kesildi... Tutuklanacağını,

tutsak edileceğini sandı. İnce dudaklarını ısırıyor, parmaklarını birbirine
kenetlemiş titriyordu. Karşısında Babıali Paşası bulacağını sanıyordu
herhalde...

"İngiltere devletini kendi devletine eşit gören "bir Paşa ile karsılaştığı

için, ihtiyatsızlık edip karaya çıktığına kim bilir nasıl lanet etmiştir...

Aradan bir saat geçti gecmedi... İngiliz gemisinden bir müfreze ve bir

teğmen çıktı. Amiralden - devleti adına- bir ültimatom getiriyordu,
Başkomutan'a kendi eliyle verecekti. Paşa'ya bildirdim; "Gelsin" dedi.
Teğmeni içeri aldım. Ruşen Eşref tercümanlık yapıyordu.İngiliz çakı gibi bir
Teğmendi. Paşa'nın karşısında gösterişli bir selam verdi ve Ruşen Eşref
aracılığıyla ültimatomu Paşa'ya ulaştırdı.

Paşa: -Peki Teğmen! Hükümetimiz ültimatomunuzu inceler ve hükümetinize

gereken karşılığı
verir.Siz geminize dönebilirsiniz...

Teğmen önce dışarı çıkacakmış gibi bir hareket yaptı, sonra da Ruşen Eşref'e

donup:

-Başkomutan ellerini öpmeme müsaade buyururlar mi?


Ruşen Eşref, teğmenin dileğini Paşa'ya söyledi, Pasa:


-Nereden icap etmiş sor bakalım!.. dedi.


Teğmen:


-Asker olarak zaferlerine, insan olarak kendisine hayranım...

Lütfetsinler...

Teğmen Paşa'nın elini öptü, Paşa da Teğmenin yanağını okşadı. Odayı

boşalttık. Az sonra Ruşen Eşref'i çağırdı:

-Metni okudunuz mu? Ne istiyorlar?..


-Paşam Amiral ile görüştüklerinizin yazı ile de pekiştirilmesi isteniyor.


-Öyleyse Halide Hanım'ı (Edip Adıvar) bulunuz, hemen tercümesini yapsın ve

metin olarak bana getirsin... Öte yandan bir kopyasını şifre ile Dışişleri
Bakanlığına gönderin gerekeni yapsınlar... Durumu, ordu komutanı Nurettin
Paşa'ya da bildiriniz. Gerekiyorsa benimle temas etsin........

Olay kısa bir süre içinde şehirde duyulmuştu...


İngiliz ve Fransızlar, kendi devletlerinin uyruğunda olanları gemilere

bindirmeye başlamışlardı. Nitekim birkaç saat sonra da sessizce çekilip
gittiler... 

Halk isterse

1935 senesinde idi. Atatürk'ün Çanakkale'ye geleceği rivayetleri dolaşıyordu. O zamanlar dünyanın bazı yerlerinde olduğu gibi, memleketimizin de bazı bölgelerinde Yahudiler aleyhinde bir hareket ve ayaklanma başgöstermişti. Bu hal karşısında bütün Museviler mallarını, mülklerini satarak yolculuğa hazırlanıyorlardı. Bunlar, o zaman rivayet olduğuna göre Filistin'e gitmek istiyorlardı. Bunlar, o zaman rivayet olunduğuna göre Filistin'e gitmek istiyorlardı. İşte bu sıralarda "Atatürk Çanakkale'ye geliyor!" dediler. Çok sevindim. Çünkü Atatürk'ü daha önce hiç görmemiştim. Heyecanla Atatürk'ün geleceği Balıkesir Caddesi'ne koşarak gittim. Bütün Çanakkale halkı orada toplanmıştı. Ben de bir kenara dikildim. Bu esnada yanımda tesadüfen bulunan birkaç Yahudi'nin fısıltı ile pek hararetli olarak konuştuklarını gördüm. Alakadar olmaya vakit kalmadan karşıdan birkaç otomobil göründü. "Atatürk geliyor!" sözü yeniden ağızdan ağıza dolaştı.

Halkın "Yaşa, varol!" nidaları arasında Atatürk otomobilinden indi. Alkışlar devam ediyor, o da halkın ortasında ilerliyordu. Garip bir tesadüf ve talih eseri olarak Atatürk bizim önümüze gelince hafif bir duraklama yaptı. Halka bakıyor ve kalabalığı selamlıyordu. Tam bu esnada yanımad bulunan ve biraz evvel fısıltı halinde, fakat hararetli konuşan Yahudilerden biri, ileriye doğru yürüdü ve Atanın önüne atıldı. Muhafızlar mani olmak istediler. Atatürk:


- Bırakın, gelsin! dedi.


Bu Musevi vatandaş, Atatürk'ün önünde ellerini açtı, omuzlarını yukarıya kaldırarak:


- Paşam bizi kovuyorlar. Biz ne yapacağız? dedi.


Atatürk, bu şekilde önüne atılan bu adamın ne demek istediğini ve kim olduğunu derhal anlamıştı. Buna rağmen sordu::


- Sen kimsin?


- Ben Paşam, Çanakkale Musevilerinden Avram Palto.


- Sizi kim kovuyor? Hükümet mi Kanun mu? Polis mi? Jandarma mı? Bana söyle? dedi.


Bu Musevi vatandaş durakladı, şaşaladı. Biraz sonra kendini toparlayarak cevap verdi:


- Hayır Paşam, halk kovuyor.


Atatürk, bu adamın yüzüne dikkatle baktı, gülümsedi ve

- Halk isterse beni de kovar, dedi ve yürüdü.



C. YALÇIN

Hilmi Yücebaş, Atatürk'ün Nükteleri-Fıkraları-Hatıraları, s.68 









Barışla Kalın Hoşçakalın...

0 yorum:

Yorum Gönder

Bir kimsenin beni yüzüme karşı medhetmeye hakkı olursa, yüzüme karşı beni tenkid etmeye de hakkı olması lazım
Bu nedenle olumlu yada olumsuz her türlü yorumunuz için şimdiden teşekkür ederim