27 Ekim 2010

Mustafa'm Mustafa Kemal'im


 
 
 
 
MUSTAFA KEMAL

Dağ başını efkâr almış,
gümüş dere durmaz ağlar,
gözyaşından kana kesmiş gözlerim,
ben ağlarım, çayır ağlar, çimen ağlar,
ağlar, ağlar, cihan ağlar.
Mızıkalar iniler, ırlam ırlam dövülür,
altmış üç ilimiz, altmış üç yetim,
yıllar gelir geçer, kuşlar gelir geçer,
her geçen seni bizden parça parça götürür,
Mustafa'm, Mustafa Kemal'im.

Diz dövdüm,
gözlerim şavkı aktı Sakarya'nın suyuna,
Sakarya'nın suları nâmın söyleşir.
Hemşehrim Sakarya, öksüz Sakarya.
Ankara'dan uçan kuşlar,
Kemal'im der günler günü çağrışır,
kahrolur bulutlara karışır,
gök bulut, yaşmak bulut,
uca dağlar, dev boyunlu morca dağlar
divan durmuş bekleşir,
Mustafa'm, Mustafa Kemal'im.

Nasıl böyle varıp geldin, hoşgeldin,
çıngı kaymış yalazlanmış gözlerin,
şol yüzünde güneş südü sıcaklık,
ellerinden öperim, Mustafa Kemal.
Senin dalın, yaprağın, biz, senin fidanların,
biz bunları yapmadık,
sen elbette bilirsin, bilirsin Mustafa Kemal.
Elsiz, ayaksız bir yeşil yılan,
yaptıklarını yıkıyorlar Mustafa Kemal.
Hani bir vakitler Kubilay'ı kestiler,
çün buyurdun kesenleri astılar,
sen uyudun asılanlar dirildi,
Mustafa'm, Mustafa Kemal'im.

Karalar kuşanmış, Karadeniz akmam diyor,
dokunmayın, ağlamaktan bıkmam diyor,
bu gece kıyamet gecesi, bu vapur Bandırma vapuru,
yattığı yer nur olsun Mustafa Kemal,
ben ölümden korkmam diyor,
korkmam diyen dilleri toz oldu, toprak oldu,
değirmen döndü dolandı, yıllar oldu,
bir kusur işledik bağışlar mı kimbilir,
o bize öğretmedi kazan kaldırmasını,
günahı vebali öğretenin boynuna,
erdirip oldurana ana avrat sövmesini,
yüreğim kırıldı kanım kurudu,
var git Karadeniz var git başımdan,
mızıka çalındı düğün mü sandın,
bir yol koyup gideni gelir mi sandın,
Mustafa'm, Mustafa Kemal'im.

Ankara'nın taşına bak,
tut ki baktım, uzar gider efkârım,
çayır ağlar, çimen ağlar, ben ağlarım,
gözlerimin yaşına bak,
Ankara Kalesi'nde, Rasattepe'de
bir akça şahan gezer dolanır,
yaşın yaşın mezarını aranır,
şu dünyanın işine bak,
Mustafa'm, Mustafa  Kemal'im...
                               

~ Attila İLHAN ~
Aslında Atilla İlhan ve şiirleri köşe yazıları hakkında bir yazı paylaşmak istiyordum bugün ama kendimi edebiyatçımızın eserlerinde kaybettim. Köşe yazılarını okumaya başladım ve sonra kendimi Atamın anılarını okurken buldum. Kısaca Atilla İlhandan yola çıktım ve Atamda durdum. Hem 29 ekimin yaklaşmış olmasıda okuduklarımı sizlerle paylaşmam için bahane oldu. 29 ekime kadar Atam ile ilgili anıları burada paylaşırım hemde hergün farklı bir edebiyatçımızın şiirleriyle başlayarak. Atilla İlhan postum hazır. Bayramdan sonra onuda paylaşırım..
Gaziyi Görmeye Gelen Ana

Gazi Çiftliğinde dolaşıp hava alırken oldukça yaşlı bir kadına

rastladık. Atatürk attan inerek bu ihtiyar kadının yanına sokuldu.
- Merhaba nine
Kadın Ata'nın yüzüne bakarak hafif bir sesle;
- Merhaba dedi.
- Nereden gelip nereye gidiyorsun?
Kadın şöyle bir duralayıp,
- Neden sordun ki, dedi. Buraların sabısı mısın? Yoksa bekçisi mi?
Paşa gülümsedi.
- Ne sahibiyim ne de bekçisiyim nine. Bu topraklar Türk milletinin
malıdır. Buranın bekçisi de Türk milletinin kendisidir. Şimdi
nereden gelip nereye gittiğini söyleyecek misin?
Kadın başını salladı. 

- Tabii söyleyeceğim, ben Sincan'ın köylerindenim bey, otun güç bittiği,
atın geç yetişdiği kavruk köylerinden birindeyim. Bizim mıhtar bana bilet
aldı trene bindirdi, kodum Angara'ya geldim.
- Muhtar niçin Ankara'ya gönderdi seni?
- Gazi Paşamızı görmem için. Başını pek ağrıttım da... Benim iki
oğlum gavur harbinde şehit düştü. Memleketi gavurdan kurtaran kişiyi
bir kez görmeden ölmeyeyim diye hep dua ettim durdum. Rüyalarıma girdi Gazi Paşa.
Bende gün demeyip mıhtara anlatınca, o da bana bilet alıverip saldı
Angaraya, giceleyin geldimdi. Yolu neyi de bilemediğimden işte
ağşamdan belli böyle kendimi ordan oraya vurup duruyom bey.
- Senin Gazi Paşa'dan başka bir isteğin var mı?
Kadının birden yüzü sertleşti. 

- Tövbe de bey, tövbe de! Daha ne isteyebilirim ki... O bizim vatanımızı
gurtardı. Bizi düşmanın elinden kurtardı. Şehitlerimizin

mezarlarını onlara çiğnetmedi daha ne isteyebilirim ondan? Onun
sayesinde şimdi istediğimiz gibi yaşıyoruz. Şunun bunun gavur
dölünün köpeği olmaktan onun sayesinde kurtulmadık mı?
Buralara bir defa yüzünü görmek, ona sağol paşam! Demek için düştüm.
Onu görmeden ölürsem gözlerim açık gidecek.
Sen efendi bir adama benziyon, bana bir yardım ediver de Gazi Paşayı
bulacağım yeri deyiver.

Atatürk'ün gözleri dolu dolu olmuştu, çok duygulandığı
her halinden belliydi. Bana dönerek,
- Görüyorsun ya Gökçen, işte bu bizim insanımızdır... Benim köylüm, benim
vefalı Türk anamdır bu.
Attan indim. Yaşlı kadının elini tuttum anacığım
dedim, sen gökte aradığını yerde buldun, rüyalarını süsleyen, seni buralara
kadar koşturan Gazi Paşa yani Atatürk işte karşında duruyor. Köylü
kadın bu sözleri duyunca şaşkına döndü. Elindeki değneği yere
fırlatıp, Atatürk'ün ellerine sarıldı. Görülecek bir manzaraydı bu.
İkisi de ağlıyordu. İki Türk insanı biri kurtarıcı, biri kurtarılan, ana
oğul gibi sarmaş dolaş ağlıyorlardı. Yaşlı kadın belki on defa öptü
atanın ellerini. Ata da onun ellerini öptü. Sonra heybesinden küçük
bir paket çıkarttı. Daha doğrusu beze sarılmış bir köy peyniri.
Bunu Atatürk'e uzattı;
- Tek ineğimim sütünden kendi ellerimle yaptım Gazi Paşa, bunu sana hediye
getirdim. Seversen gene yapıp getiririm.
Paşa hemen orada bezi açıp peyniri yedi. Çok beğendiğini söyledi.
Sonra birlikte köşke kadar gittik. Oradakilere şu emri verdi;
"Bu anamızı alın burada iki gün konuk edin. Sonra köyüne
götürün. Giderken de kendisine üç inek verin benim armağanım olsun." 

Atatürk'ün komik bir anısı

Atatürk'ün En sevdiği hikayelerdenmiş. Arada kendi anlatır, arada baskasna anlattırır, hep gülermiş.


Yeşilaycı bir profesör bir konferans veriyor. Bir ara dinleyicilere sormus:


"Bir eşegin önüne iki kova koysanız. Biri su dolu, biri rakı. Hangisini içer?"


Cevabı kendi veriyor: "Tabii suyu."


Gene bitirmiyor soruyor: "Neden?"


Arkadan biri söz alıyor. Yüksek sesle cevaplıyor.


"Eşekliğinden."


Atatürk bu cevaba bayılıyor. Gülüyor, gülüyor.


Bir akşam Orman çiftliğinde yanında erkanı, açık havada oturuyorlar.


Rakılarını yudumluyorlar. Biraz ilerde 15-16 yaşlarında bir çiftçi çocuk çalışıyor. Atatürk el edip, çağırıyor. Soruyor:


"Söyle çocuk: Bir eşegin önüne iki kova koysan. Biri rakı dolu, biri su. Hangisini icer?"


Anadolu tosunu yutkunuyor. Bakıyor. Gazi Paşa Hazretlerinin ve yanındaki muhterem zevatın önünde rakı kadehleri. Devletin en büyükleri...Esas vaziyetine geçiyor:


"Rakıyı kumandanım!"


Atatürk kahkahayı basıyor. Herkes şaşkın. Ata onlara dönüyor. Muzip:


"Aman beyler! Neden diye sormayın!" 


Atatürk'ün İngiliz Amirale Cevabı

Atatürk'ün başyaveri Salih Bozok anlatıyor.

Kollarında ve omuzlarındaki işaretlerden amiral rütbesinde olduğu anlaşılan

İngiliz Donanması Komutanı, Hükümet Konağı'nın kapısından girerek Mustafa
Kemal Paşa'nın odasına doğruldu.Nazik , fakat öfkeli bir hali vardı. Ruşen
Eşref önüne çıkıp ne istediğini sorunca:

-Başkomutan Mustafa Kemal Pasa ile görüşmek istiyorum!.. dedi.


.Birlikte odaya girdiler kapı kapandı. Amiral önce:


-Çok güç koşullar altında bir savaş kazandınız, sizi asker olarak içtenlikle

kutlarım. Çanakkale'deki basarinizi rastlantıya borçlu olmadığınız,
kanıtlanmış oldu.Büyük bir askerle tanıştığım için memnunum. Amiral bir süre
sonra konuya girmiş:

-Ülkenin kontrolünüz altında bulunan bölümünde bizim tebamız ve sizin

azınlıklarınızdan Ermeniler, Rumlar var.Yeni askeri yönetim altında bu
insanların statüsü nedir? güvende midirler?..

-Hiç kuskunuz olmasın Amiral!..Türkiye'deki bütün insanlar gibi tebanız ve

sözünü ettiğiniz azınlıklar da TBMM Hükümeti'nin eşit koruması altındadır.
Suç islemeyenler, kendilerini bu memlekette benim kadar güvende
sayabilirler.

-Suç isleyenler?


-Suç isleyenler Sayın Amiral, dünyanın her yerinde olduğu gibi, ülkemizde de

adaletin huzuruna çıkarlar...Suçlu iseler, cezalarını elbette
çekeceklerdir...

-Fakat Paşa Hazretleri,fevkalade günler geçirdik. Yunan ordusundan cesaret

alan Rumların bazıları, şımarıklıklar yapmış olabilir. Bugün bu insanlar
yerli halkın düşmanlığı ile yüzyüzedirler. Ermeniler için de başka açıdan
aynı şeyleri söyleyebilirim. Biliyorsunuz, arkadaşlarının büyük bir bölümü

göçe zorlandı ve önemlice bir bolumu de hayatlarını kaybettiler. Bu ruh
tedirginliği içinde Yunan ordusu ile işbirliği yapmış, bazı Türklere zor
günler geçirtmiş olabilirler. Bunlar, fevkalade günlerin olaylarıdır.
Bağışlanması, hoş görülmesi gerekir. Eğer bu kimseler, halkın husumetine
bırakılacak olursa, bütün dünya aleyhinize kıyameti koparır!

Son cümleye kadar Amiral'i gülümseyerek dinleyen Mustafa Kemal Pasa,

'dünyanın koparacağı gürültü ile' kendini tehdide girişince, sözünü bıçak
gibi kesmiş:

-Şu "Efendi Devlet" rolünü bir kenara koyunuz Amiral! Milletleri de tehdit

etmekten vazgeçiniz! İngiltere ve müttefiklerinin kıyameti koparıp
koparmayacağını düşünmem! Bunlar memleketimin iç işleridir; kimsenin bu
islere karışmasına müsaade etmem! Majestelerinin devleti memleketimizin
azınlıkları ile uğraşmaktan vazgeçsinler! ..Kim bize saygı beslemezse,
bizden saygı beklemeye hakki olmaz!..

Amiralin benzi kül gibi olmuş:


-İngiltere Hükümeti'nin tebasını her yerde koruma hakki, devletler hukuku

teminatı altındadır. Avrupa devletleriyle birlikte arkaladığımız Rum ve
Ermenilerin güven içinde bulundurulmasını sadece rica ettik. Yoksa biz bu
güvenliği sağlayacak güçteyiz...

İşte o zaman Mustafa Kemal Paşa'nın tepesi iyice atmış:


-Arkaladığınız Yunan ordusunun denizde yüzen leşlerini herhalde görmüş

olmalısınız! Türk ordusu asayişi sağlayacak güçte olduğu gibi, limanı (o
donemde İngiliz donanması İzmir limanında bulunmaktaydı) boşaltacak güçtedir
de... İsterseniz, Türk'e ihanet eden tebanızın ve azınlıklarınızın adaletten
kaçan sefillerini geminize doldurabilirsiniz!.. Donanmanızın da en kısa
zamanda limanı terk etmesini istiyorum!

Mustafa Kemal Paşa'nın cümleleri, art arda Osmanlı tokatları gibi Amiralin

yüzünde şakladıkça, Amiral ne yapacağını şaşırmış ve en sonunda:


-İngiltere'ye savaş mı açıyorsunuz? demiş.


İşte Paşa burada son sözünü söylemiş:


- savaş açmak mı? Siz yoksa Sevr Antlaşması'nın hala yürürlükte olduğunu mu

sanıyorsunuz? Biz onu çoktan yırttık... Karşımda oturuşunuzu, sizi konuk
saymama borçlusunuz! Fakat görüyorum ki, nezaketimizi kötüye kullanmak
eğiliminiz var... Buna müsaade edemem. Bizim gözümüzde "barış antlaşması
yapmamış" iki devletiz. savaş hukuku yürürlüktedir. Gemilerinizi derhal
karasularımızdan çekmenizi size ihtar ediyorum!

Bir balmumu heykeline dönmüş Amiral..... gerine gerine girdiği Mustafa Kemal

Paşa'nın odasında oturduğu sandalyede küçüldükçe küçülmüş ve sonunda
kekeleyerek:



-Afedersiniz!.. demiş ve yerlere kadar eğilerek geri geri kapiya gidip

dışarı çıkmış.

.Ruşen Eşref hem düşünceli hem de gülüyordu:


-Pasa, Amirali anasından doğduğuna pişman etti. "Kendisinin Türk

topraklarında bir savaşçı olarak
bulunduğunu "Paşa'dan öğrendiği zaman sapsarı kesildi... Tutuklanacağını,

tutsak edileceğini sandı. İnce dudaklarını ısırıyor, parmaklarını birbirine
kenetlemiş titriyordu. Karşısında Babıali Paşası bulacağını sanıyordu
herhalde...

"İngiltere devletini kendi devletine eşit gören "bir Paşa ile karsılaştığı

için, ihtiyatsızlık edip karaya çıktığına kim bilir nasıl lanet etmiştir...

Aradan bir saat geçti gecmedi... İngiliz gemisinden bir müfreze ve bir

teğmen çıktı. Amiralden - devleti adına- bir ültimatom getiriyordu,
Başkomutan'a kendi eliyle verecekti. Paşa'ya bildirdim; "Gelsin" dedi.
Teğmeni içeri aldım. Ruşen Eşref tercümanlık yapıyordu.İngiliz çakı gibi bir
Teğmendi. Paşa'nın karşısında gösterişli bir selam verdi ve Ruşen Eşref
aracılığıyla ültimatomu Paşa'ya ulaştırdı.

Paşa: -Peki Teğmen! Hükümetimiz ültimatomunuzu inceler ve hükümetinize

gereken karşılığı
verir.Siz geminize dönebilirsiniz...

Teğmen önce dışarı çıkacakmış gibi bir hareket yaptı, sonra da Ruşen Eşref'e

donup:

-Başkomutan ellerini öpmeme müsaade buyururlar mi?


Ruşen Eşref, teğmenin dileğini Paşa'ya söyledi, Pasa:


-Nereden icap etmiş sor bakalım!.. dedi.


Teğmen:


-Asker olarak zaferlerine, insan olarak kendisine hayranım...

Lütfetsinler...

Teğmen Paşa'nın elini öptü, Paşa da Teğmenin yanağını okşadı. Odayı

boşalttık. Az sonra Ruşen Eşref'i çağırdı:

-Metni okudunuz mu? Ne istiyorlar?..


-Paşam Amiral ile görüştüklerinizin yazı ile de pekiştirilmesi isteniyor.


-Öyleyse Halide Hanım'ı (Edip Adıvar) bulunuz, hemen tercümesini yapsın ve

metin olarak bana getirsin... Öte yandan bir kopyasını şifre ile Dışişleri
Bakanlığına gönderin gerekeni yapsınlar... Durumu, ordu komutanı Nurettin
Paşa'ya da bildiriniz. Gerekiyorsa benimle temas etsin........

Olay kısa bir süre içinde şehirde duyulmuştu...


İngiliz ve Fransızlar, kendi devletlerinin uyruğunda olanları gemilere

bindirmeye başlamışlardı. Nitekim birkaç saat sonra da sessizce çekilip
gittiler... 

Halk isterse

1935 senesinde idi. Atatürk'ün Çanakkale'ye geleceği rivayetleri dolaşıyordu. O zamanlar dünyanın bazı yerlerinde olduğu gibi, memleketimizin de bazı bölgelerinde Yahudiler aleyhinde bir hareket ve ayaklanma başgöstermişti. Bu hal karşısında bütün Museviler mallarını, mülklerini satarak yolculuğa hazırlanıyorlardı. Bunlar, o zaman rivayet olduğuna göre Filistin'e gitmek istiyorlardı. Bunlar, o zaman rivayet olunduğuna göre Filistin'e gitmek istiyorlardı. İşte bu sıralarda "Atatürk Çanakkale'ye geliyor!" dediler. Çok sevindim. Çünkü Atatürk'ü daha önce hiç görmemiştim. Heyecanla Atatürk'ün geleceği Balıkesir Caddesi'ne koşarak gittim. Bütün Çanakkale halkı orada toplanmıştı. Ben de bir kenara dikildim. Bu esnada yanımda tesadüfen bulunan birkaç Yahudi'nin fısıltı ile pek hararetli olarak konuştuklarını gördüm. Alakadar olmaya vakit kalmadan karşıdan birkaç otomobil göründü. "Atatürk geliyor!" sözü yeniden ağızdan ağıza dolaştı.

Halkın "Yaşa, varol!" nidaları arasında Atatürk otomobilinden indi. Alkışlar devam ediyor, o da halkın ortasında ilerliyordu. Garip bir tesadüf ve talih eseri olarak Atatürk bizim önümüze gelince hafif bir duraklama yaptı. Halka bakıyor ve kalabalığı selamlıyordu. Tam bu esnada yanımad bulunan ve biraz evvel fısıltı halinde, fakat hararetli konuşan Yahudilerden biri, ileriye doğru yürüdü ve Atanın önüne atıldı. Muhafızlar mani olmak istediler. Atatürk:


- Bırakın, gelsin! dedi.


Bu Musevi vatandaş, Atatürk'ün önünde ellerini açtı, omuzlarını yukarıya kaldırarak:


- Paşam bizi kovuyorlar. Biz ne yapacağız? dedi.


Atatürk, bu şekilde önüne atılan bu adamın ne demek istediğini ve kim olduğunu derhal anlamıştı. Buna rağmen sordu::


- Sen kimsin?


- Ben Paşam, Çanakkale Musevilerinden Avram Palto.


- Sizi kim kovuyor? Hükümet mi Kanun mu? Polis mi? Jandarma mı? Bana söyle? dedi.


Bu Musevi vatandaş durakladı, şaşaladı. Biraz sonra kendini toparlayarak cevap verdi:


- Hayır Paşam, halk kovuyor.


Atatürk, bu adamın yüzüne dikkatle baktı, gülümsedi ve

- Halk isterse beni de kovar, dedi ve yürüdü.



C. YALÇIN

Hilmi Yücebaş, Atatürk'ün Nükteleri-Fıkraları-Hatıraları, s.68 









Barışla Kalın Hoşçakalın...

13 Ekim 2010

BARIŞ

Barış dolu günler herkese...

Bu aralar içimde bir boşluk var. Doldurulamayan..Doldurmak istemediğim...Bu bendeki hal 99 yılından beridir var. Tarifsiz bir özlem ve ardından sesiyle gelen mutluluk, huzur...

Ben dedelerimi çok küçük yaşta kaybettim. Birini kanser diğerini kalp aldı benden. Dede sevgisi tatmadım dersem yalan olur tattım. Doya doya yaşadım hem. Lakin sonuçta dünya fani veren Allah alır canı..Onların peş peşe ölümlerinin ardından boşluklarını dolduran biri vardı. Dedemler yaşıyorken de vardı. Hep oradaydı. Söz vermişti her zaman aynı saatte aynı yerdeydi.
Biraz hızlı konuşurdu. Ama o kadar düzgün bir türkçeye sahipti ki ne kadar hızlı konuşursa konuşsun çok iyi anlardım kendisini...

Sonra bir çok şeyi ondan öğrendim. Annemin babamın zorla yaptırdığı şeyi tek bir sözüyle yaptırıyordu. Çocuklar anne babasından yüz bulur yapmazlar. Karşılarında örnek teşkil eden birileri olmalıdır. İşte tam karşımdaydı. Bugün sahip olduğum bir çok iyi alışkanlık onun bana kazandırdıklarıdır.

Yıllar geçiyordu. Büyüyordum. Yeni arkadaşlıklar, alışkanlıklar derken ardından yaptığım nankörlük..O hep oradaydı. Aynı yerde aynı saaatte. Peki ya ben.. Nankördüm ya işte...Gitmedim. Yeniler farklıydı bir de artık büyümüştüm. Büyümüştüm ya değer verdiklerim unutulmuştu sırf büyüdüm demek uğruna...

Hayat işte bir gün öle acı bir şekilde anlaatıyorki yılların geçtiğini ve ne kadar acımasız olduğunu. Hep orada olacaktı aynı yerde aynı saatte... Olmuyormuş. O da faniydi işte..Gitmişti...

O sabah herzamanki gibi uyanmış kahvaltı etmiştik. Televizyon almaya gidecektik. bozulmuştu ve yaklaşık bir haftadır televizyondan uzaktık. Oysa ne zevk alırdım tv karşısında kahvaltı etmekten. En yakın elektronik maağazasına gitmiştik. Her yerde televizyon. Fakat bi gariplik vardı. İçime bir sıkıntı çöktü. Tvde bir hastahaneden canlı yayın yapıyorlardı. Onlarca ekran vardı ve hepsi aynı şeyi söylüyordu.

Ayaklarımın tutmadığını hissettim. Annemin adımı söylediğini koluma girdiğini ve beni sandalyeye oturtmaya çalıştığını şimdi şimdi hatırlıyorum.
İnanamıyordum. Yalan olmalıydı. Tarih 1 şubatı gösteriyordu. Nisan 1 değildi ki nerden çıkmıştı bu kötü şaka. Göz yaşlarıma engel olamıyordum. Gitmişti işte. Rabbim sevdiklerini erken alırmış yanına ya O da gitmişti işte..Ama gitmemeliydi..Her zaman aynı yerde aynı saatte....Olmayacakmıydı. Olurdu yaa O gitmezdi. Erkendi. Daha öğreneceklerim vardı..Öğretecekleri vardı..
Ama gitti. Tarihler 1 şubat 1999 u gösterdiği gün. 81300 Moda da sessizlik vardı. Karanfillerle mumlarla resimlerle eline gitarı alıp gelen binlerce yüzbinlerce seveni vardı.


Ben sığındığım bir limanı kaybetmiştim. O benim uzun saçlı uzun bıyıklı meleğimdi. Gitmemeliydi. Ama gitmişti. Cenazesini seyrettim. Yapılan programları seyrettim.
Bir hafta sonra boş ders.. Tatsızdım. Önümde boş bir sayfa..Bir kalem...Siyah kalemden beyaz kağıda dökülenler:
Merhaba Barış abi.. Bugün çok uzaklara gidişinin üzerinden bir hafta geçti..Dünya üzerinde gidip bize göstermediğin yer kalmadı tabi. Şimdi de orayı gör gel emi. Anlat nasıl bir yer. Ama fazla kalma..Dedemlere de selam söyle..........
Arkadaşımın ne oldu iyimisin demesiyle kafamı kaldırdım. Farkında bile değildim ağlıyordum. Deftere baktığımda  sayfalarca yazdığımı fark ettim. O defterde buluşuyorduk Barış Abiyle artık. Herzaman aynı yerde aynı saatte.

Benim Barış Abiye olan sevgim bir hayranın sevdiği sanatçıya olan sevgiden çok daha fazla çok daha yoğun. Öyle çok kızıyorum ki  benim sevgimi kendilerinin başka sanatçılara olan hayranlıklarıyla aynı kefeye konulmasına. " bende .... ya hayranım senin için Barış neyse o da benim için o."
1 Barış ne demek Barış Abi de Barış Maanço de askerlik arkadaşınmı o senin.
2 Sen benim sevgimi nasıl ölçebiliyorsun ki kendininkiyle kıyaslıyabiliyorsun.
3 yada boşverin yine kızmaya başladım ben say say bitmez çünkü.
Barış Abi hemen herkesin sevdiği bir sanatçı. 7den 77ye herkes mutlaka bir şarkısını bilir. 12 sene oldu gideli. Ama gitmedi.

Barış Abi ile bir bağım olduğuna inanıyorum. Üzüldüğüm anda bir yerlerden mutlaka sesini duyarım. bir çok kere sınadım bunu. Kendimden şüphelendim başlarda. Ama öyle değildi. Mutsuz olduğumda mutlaka bir şekilde duydum o güzel sesini. Bazen radyodan yükseldi sesi, bazen bir arabanın içinden, bazen bir evin açık penceresinden..

Oradaydı işte gitmemişti. Öğreteceği şeylerde bitmemişti. Çocukluk diyip öylesine dinlediğim her şarkı büyüdükçe anlam kazandı. Bir şeyler öğretti. Aşkı öğretti, şükrü sabrı, vefayı, hayvan sevgisini insan sevgisini..... Ve daha bir çok şey..

Hafta sonu İstanbuldaydım. İlk kez İstanbula ayak basmıştım.Çok yakın iki dostum evlendi cumartesi günü. Bende yanlarında yer aldım. Pazar günü ise gideceğim yer belliydi. 81300 Moda.
Onca uzun yıldır bekliyordum ki okadar heycanlıydım ki sözlerle kelimelerle ifade etmem mümkün değil. Evden çıktık. İşte otobüse bindim. İşte Kadıköydeydim. Moda. Arkadaşım yolda birilerine sormaya kalktı işte tabela diye bağırdım.. Barış Manço 81300..

Tabelayı gördükten sonra kalp atışlarım hızlandı. Küt küt küt...Midemde kramplar vardı. Ayaklarım ordamıydı yoksa yerden çok yukarlardamıydım. Ve....Orda..Orası işte...Kapıda duruyor..
Sonra garip bir his. Hani doğduğunuz büyüdüğünüz mahalleden taşınırsınız yıllar sonra yolunuz düşer. Sizindir o yollar oralarda büyümüşsünüzdür ve en ufak ayrıntısını bilirsiniz. Bir köşede düşmüş bir köşede saklambaç oynamışsınızdır.

Ben aynı şeyleri hissettim kapıda öylece durduğumda. Sanki hep oradayıdım da bir süre ayrı kalmıştım. Biliyordum, tanıdıktı..Benimdi. Huzur doluydu. Sıcacıktı...
Arkadaşıma döndüm hadi dedim girelim. İçeri girmeliydim onun dokunduğu yerlere dokunmalıydım. Yıllardır bekliyordum. Ama giremezdim. Saat 17:15 i gösteriyordu. Müze saat 17:00 de kapanmıştı. Yaşadığım hayal kırıklığını anlatamam. 15 dakika içinmi ayrı kalmak zorundaydım şimdi ben. Arabası oradaydı..... Plaka.



Plakaya dokundum. Kalbim hızla çarpıyordu. Hayal kırıklığı çığ gibi büyüyordu..Parmaklıkların kenarına oturdum. Evi seyrediyordum. Arkadaşımsa içeri girmenin yollarını araştırıyordu. Bense o tanıdık evi seyrediyordum. Bahçedeki heykelleri seyrediyordum.Sunay Akın imzasını atmıştı bahçeye. Nede güzel olmuş. Sonra gözlerim yine pembe mor renkli eve çevrildi. Pencerelerden içeri bakıyordum. Sonra perde kımıldadı. Arkadaşıma seslendim. İçeride biri var diye nasıl seslendiysem yerinden sıçradı. Hemen yan tarafa doğru ilerledik. Evet biri vardı işte.. Müzenin bekçisi kapıdaydı. İçeri girelim dedik. Dil döktüm. Rica ettim. İzmirden geldim 10 dakika durayım yeter dedim. Ağladım. Pazar günü olmasına rağmen belediyedekiler tarafından izleniyor dedi. Hafta içi bile ulaşamadığımız belediye çalışanları mı izliyordu hemde pazar günü. Pembe evin demir kapısı yüzümüze kapatıldı.

Yaşadığım hissi anlatamam size. Kızgınlık fazlaydı. Fazlaydı demekki ben bekçiye önce azalan saçlarına yönelik tez zamanda kel kalmasını sonra da sende çok istediğin bir şeye kavuşama böle kapısından dön diye beddua etmiştim. Hiç yakışmadı bana biliyorum.Sonradan çok pişman oldum. Aslında gerçekten istemedim. Yani çok sinirliydim. Çok üzgündüm ve çıktı ağzımdan işte. Aslında hala sinirliyim ne vardı 5 dakika girseydim içeri. Çok istediğine kavuşamaması için yaptığım bedduadan tövbe ettim ama kel kalması konusunda hala aynı görüşlerdeyim.

Ben yine evi seyrediyordum. Çatının altta kalan kısmında tahtalar şişmiş açıklıklar vardı. Pencereleri niye kapatmıyordu bekçi bozuntusu. Bir yağmur yağsa içeri girecek. Sorumsuz. Bu ve buna benzer bir çok düşünce. En çok da huzur bildiğin sevdiğin bir yere güvenli bir yere gitmenin verdiği huzur..Sonra arkadaşım seslendi tekrar.Hava kararıyor üsküdara gidip kız kulesini seyredelim. Ayağı kalktım. Bacaklarımda onlarca ton vardı sanki. Saate baktım 18:37. Nekadar süredir orada oturduğumun bile farkında değilim. Sadece evi seyrettim. Oraya kadar gittim ya buna da şükür. Elbet birgün yine gidicem. Bu kez giricem eve..Biliyorum.Birgün gelecek dönence....
.
Orada oturduğum süre içinde bir aile geldi çocukları almış gelmişler annelerine  soru soran çocuklar. Baktım yanlış cevap veriyorlar yada bilmiyorum diyorlar lafa daldım. Anlattım. Dilim döndüğünce.
İnsanın ayakları nasıl geri geri gidermiş. Nasıl yüreği başka yerde kalırmış anladım. İçim buruk ama huzur dolu olarak 81300 Moda'dan ayrılırken anladım.

Aynı günün akşamı eve dönüş yolundaydım. Otobüs hareket etti. Mp3ü çıkardım. Kulaklıklaarı taktım. 500küsür şarkı 30 farklı şarkıcı ve birçok kaliteli sanatçının arasından tanıdık bir ses. Yolculuğun başında hoşçakal diyen bir ses dedi ki Yine Yol Göründü Gurbete. Dudaklarımda hafif bir tebessüm. Yine yanımda...

Sizler zaten biliyorsunuz Barış Abiyi. Biyografik bir yazı değil benimkisi..Sadece hissettiklerim. Herhalde tahmin etmekte zorlanmazsınız ileride bir oğul nasip olursa bana adının ne olacağını.. Mehmet Barış. Huyu da suyu da benzesin diye... Adıyla bir yaşasın diye..Bilmeyenler için söylüyorum. Mehmet Barış Abinin ikinci ismidir. Yani hasan hüseyin mehmet ali gibi.

İleride çocuklarım olucak Mehmet Barış ve belkide bi kız adı belkide Smyrna(Simirna=İzmir). Bir pazar sabahı ailecek oturmuş kahvaltı ediyoruz. Herzamanki yerde Herzamanki saatte. Çocuklarım, eşim ve ben..Ekranda tanıdık bir yüz. Her zamanki ses, güler yüz biraz hızlı konuşuyor yine ama anlıyoruz gülen yüzlerle izliyoruz. İşte bir çocuk şarkı söyledi yarım yamalak arkasında koskoca Kurtalan Ekspres. Vokalde Barış Abi. Diğer çocuklar kaldırdılar pankartları hepsi 10 puan 10 puan 10 puan...Benim çocuklarımda herzamanki yerde herzamanki saatte öğreniyorlar diş fırçalamayı, ıspanak yemeyi, kapıyı açmadan önce kim o demeyi, sofra kurulurken yardım etmeyi...Sonra öğrenecekler çok sonra aşkı sevgiyi dostluğu vefayı..Herzamanki yerde herzamanki saatte. 81300 Moda..

Herne sürç-ü lisan ettiysek affola...
Seni seviyorum Barış Abi..

Barış la kalın Hoşçakalın. (eh anlamışsınızdır hemen her postun sonundaki bu cümlenin anlamını)

12 Ekim 2010

2 DVD İKİSİ DE ROMANTİK, İKİSİ DE ETKİLEYİCİ

Bugün ki seyahatimizi romantizmin doruklarına yapıcaz. Nasıl mı ? İki müthiş film ile. İki dvd paylaşıyorum sizlerle.. Benim pijamalarımı giyip, patlamış mısır tabağımı kucağıma alıp zevkle gözümü kırpmadan izlediğim iki film.


İlk filmimiz Dragonfly. 2002 yapımı bir romantik gerilim filmi. Başrol oyuncusu Kevin Costner. Türkiye'de Sonsuz Aşk adı altında gösterildi. Filmimizin konusuna gelince..:

Chicago Memorial Hastanesinin acil servisinin şefi olan Dr. Joe Darrow, travma ve yaralanma vakalarında tanınmış bir uzmandır. Kendisi gibi bir doktor olan eşi Emily Venezüelladaki bir yardım görevi sırasında, dağda geçirdiği trafik kazası sonucu hayatını yitirir. Onun bu göreve gitmesine baştan beri karşı çıkan Joe büyük bir buhran içine girer.

Olayın üzerinden altı ay geçmesine rağmen Emilynin cesedi bulunmaz. İçine girdiği buhran nedeniyle hastanedeki davranışları kötüye giden Joeya yöneticisi bir süre izin alıp kafasını dinlemesini önerir. Joe kendisini Emilyden kalan anılarla beraber tüm dünyadan izole eder.

Bunlar arasında karısının simgesi olan yusufçuk böceği de vardır. Bir gece evde yanlız başınayken yusufçuk şeklideki broşlardan birisi sanki biri tarafından itilmişcesine masadan yere düşer. Joe gittikçe daha fazla halüsinasyonlar görmeye başlar. Joenun tanıştığı yakın ölüm tehlikesi geçirmiş bazı gençler karısının onunla bir iletişim kurmaya çalıştığını söylerler. Bu tarz olayları inceleyen bir rahibe Joeya onun ve Emilynin bitmemiş bir işi olabileceğini ve bunu tamamlamadan gördüğü halüsinasyonlardan kurtulamayacağını söyler. Ve kahramanımız Joe karısının peşinden Venezüellaya doğru yola çıkar. Karısının peşinden giden Joeyu orada bi süpriz beklemektedir. Önce gerileceğiniz ardından göz yaşlarınıza hakim olamayacağınız bir film.
Filmin oyuncuları yapımcı ve yönetmeni ise .
Kevin Costner( Joe Darrow), Joe Morto (Hugh Campbell), Ron Rifkin (Charlie Dickinson) Linda Hunt (Rahibe Madeline), Susanna Thompson( Emily Darrow)
Yönetmen: Tom Shadyac
Yapımcı:  Gary Barber, Roger Birnbaum, Mark Johnson, Tom Shadyac


Gelelim ikinci filmimize. Romantizmin doruklarına yavaş yavaş tırmanıyoruz. İkinci filmimiz. PS: I LOVE YOU
Türkçesi ile Not: Seni Seviyorum

Aslında bu filmi sırf başrol oyuncusu için izledim. Ben bir Gerard Butler hayranıyım. Bütüm filmlerini izlemeye özen gösteriyorum. Tabi PS: I Love You filmini izlemek benim için kaçınılmazdı. Bu filmde evliliğin, dostluğun, ilişkilerin. yeniden başlamanın ve tabiki Aşkın tadını çıkaracaksınız.

Filmimizin konusu şöyle:

Holly Kennedy (Hilary Swank) güzel, zeki bir kadındır ve hayatının aşkıyla evlidir; tutkulu, esprili ve tez canlı İrlandalı Gerry (Gerard Butler) ile. Gerry amansız bir hastalık yüzünden öldüğünde, Holly’nin de hayatı kararır. Ona yardım edebilecek tek kişi, artık yanında değildir. Kimse Holly’yi Gerry kadar iyi tanımamaktadır.

Gerry ölmeden once, Holly’ye sadece çektiği acıda değil, kendini yeniden keşfetmesinde de rehberlik edecek bir dizi mektup yazmıştır. İlk mesaj Holly’nin 30. yaş gününde, bir pasta ve Holly’nin şaşırıp kalmasına neden olan bir bant kaydı şeklinde gelir. Kayıtta Gerry eşine dışarı çıkıp “kendisinin kutlamasını” istemektedir. Bunu izleyen haftalar ve aylarda, Gerry’nin yazdığı başka mektuplar, şaşırtıcı yöntemlerle gelir. Holly’yi yeni maceralara yollayan mektupların her biri aynı imzayla bitmektedir: Not: Seni Seviyorum/P.S. I Love You
Holly’nin annesi (Kathy Bates) ve en iyi arkadaşları Denise (Lisa Kudrow) ve Sharon (Gina Gershon), Gerry’nin mektuplarının Holly’yi geçmişe mahkum ettiğini düşünüp endişelenmeye başlarlar ama aslında, her mektup onu yeni bir geleceğe adım adım yaklaştırmaktadır.

Gerry’nin sözlerini rehber edinen Holly herşeyin bittiği yerden yeni bir hayatın başlangıcına nasıl dönüştürebildiğine dair bu öyküde dokunaklı, heyecanlı ve zaman zaman komik bir yeniden keşfetme yolculuğuna çıkar.

İşte size ölümsüz aşk....Bir adam ölüm döşeğinde bile karısının geleceğini düşünebilir mi ? Düşünüyormuş. Gerard Butler hayranlığımdan mı bilmiyorum ama filmi defalarca izlememe rağmen sıkılmadım sıkılmıyorum. Keşke biri de beni böle sevse ama ölmese... :) Yada seven Gerard olsa... Fazla hayalperest oldum. Tamam iniyorum yere.. Bu tür şeyler sadece filmlerde olur..

Filmin oyuncu yönetmen ve yapıcıları:
Yönetmen:  Richard LaGravenese
Oyuncular: Gerard Butler,  Hilary Swank,  Jeffrey Dean Morgan,  Kathy Bates,  Gina Gershon,  Lisa Kudrow,  James Marsters,  Harry Connick Jr.,  Nellie Mckay,  Dean Winters,  Sherie Rene Scott,  Anne Kent,  Brian Mcgrath,  Michael Countryman,  Susan Blackwell
Yapımcı: Wendy Finerman,  Andrew A. Kosove,  Molly Smith,  Broderick Johnson



Özetle izlemekten zevk alacağınız iki film sizlerle.. Eminim izlemişsinizdir. Ama siz tekrar izleyin .Arşivinizde bulunması gereken eserlerden..
Evet romantizme doğru yaptığımız yolculuğun sonuna geldik. Barışla kalın. Hoşçakalın...